Suskun Deniz

susmakAnladım ki, susmak bir cüsse işi. Derin denizlerin işi. Sığ suları en hafif rüzgârlar bile coşturabiliyor. Derin denizleri ise ancak derin sevdalar

Derin denizlerin sükûtu büyüler beni. İçimi bir heybet hissi kaplar. Benliğimi haşyet duyguları istilâ eder. Kalbim ürpermelerle dolar.

Dalgalı denizler, durgun mavi denizler kadar heybetli gelmez bana. Göklerin suskunluğu da öyle. Gök gürlemeleri, mavi derinliklerin heybetini siler diye düşünmüşümdür hep. Sükût her zaman daha manalı, daha derindir.

“Ulvî olan sükûttur, gayrisi zaaftır” diyor Vigny. Şair bir kurt avında bunu fark eder. Dişisiyle birlikte iki yavrusunu kurtarmak için, ay ışığının alaca karanlığında vahşi bir ormanda bir erkek kurdun verdiği asil savaştan çok etkilenir şair. Erkek kurt  kendisine ve yavrularına saldırmak üzere olan avcıları hissetmiştir. Kurdun bütün kaçış yolları kesilmiştir. Karşı koymak ve hayatından kahramanca feragat etmekten başka çaresi yoktur. Pençelerini, az sonra kendisine mezar olacak karlara saplar ve bekler. Av köpeklerinin en yavuzunu gözüne kestirir ve onu haklar. Köpeğin boynu erkek kurdun dişleri arasındadır. Avcılar habire ateş ederler. Kamalarını kurdun böğrüne kabzalarına kadar saplarlar. Fakat kurt hiç inlemeden, ızdırabını sessizce yudumlayııp, öylece düşmanlarına bakmaktadır.

Kurdun gözlerinde sükûtun heybeti belirmiştir. Bu heybet şaire, ağlamanın, inlemenin ve yalvarmanın ancak bir zillet olduğunu anlatır. Erkek kurt kaderin kendisine yüklediği vazifeyi ifa etmiş, ızdırap çekmiş; ama inlemeden ölmüştür.

Bu asil hayvan, şaire, sevdiklerini yaşatmak için, hayattan feragat etmeyi, fedakârlığı da öğretmiştir.

Evet; hiçbir şiir ve söz, sükût ve amel kadar tesirli olamaz. Bir İngiliz atasözü, “Hareketler kelimelerden daha gür sesle konuşur.” diyor. Kalbe sözden çok sükûttan manalar akar. İnsan evrendeki sükûtu anlayabilseydi, kim bilir belki de söz olmayacaktı. İnsanlar sükûtun dilinden anlayacak, derin ve manalı bakışlarla konuşacaklardı. Ve ses, sükûtun heybetini bozamayacaktı.

Konuştuğum zamanlar hep acze düşmüşümdür de ondan kelâma sarılmışımdır. Evrendeki her varlıkta sükûtu bir süs, bir hikmet olarak algılamışımdır. Sözü ise ancak bir zaruret…

Allah’ın kelâmı var. Peygamberler de konuşmuş. Ama bu, sükûtun sakladığı engin sırların teyidi. Hissiz kalabalıklara sesini duyuramayanlar, şamatada vaaz etmekten vazgeçmiş, sükûta sığınmışlar hep. İsrafların en kötüsü, sözü israf etmektir çünkü…

Öfkelerini mukaddes bir çığlığa dönüştüremeyenler, sükûtun o manalı ve mütevekkil zırhına bürünürler.

Zulüm karşısında hayretten fal taşı gibi açılmış gözler yuvalarında münzevileşir, derin ve ürkütücü bir sükûta bürünür.

Sükûtta tevekkülü, sükûtta cümle işlerin Allah’a havalesini okur gibi olurum.

Allah’ın varlığına birer işaret parmağı gibi, “O var” diye uzanan alemler konuşabilseydi, daha mı heybetli olurlardı? Denizler dile gelseydi, çağlayanlar ilâhiler mırıldansaydı mesela… Yunus gibi sarı çiçekle konuşabilseydik, güllerin, karanfillerin sesten, sözden kelâmları olsaydı mesela… Daha mı büyüleyici olurlardı? Kanatimce hayır! Çiçekler de susunca güzeldirler. Sır saklayan her şey caziptir. Sırrı olan her şey derin ve güzel…

Mukaddes nidalara karşı boynum kıldan ince olmakla birlikte, evrende Vigny gibi ben de hep sükûtu ulvî bulmuşumdur. Bazen bir çığlık bin çığ koparabilir; fakat bir mazlumun biçare sükûtu kıyamet saatini erkene alabilir.

Sözden, riyakâr hitabelerden nefret ettiğim bir merhalede, sükûtun girdabına kapıldığım zamanları hatırlıyorum şimdi. Gafletten kaskatı kesilmiş kalplere sözün değil, sükûtun tesirine şahit olmuşumdur. Benim de hayatımın istikametini söz değil, sükût değiştirmiştir.

Şuursuz çığlıkların karanlık ormanlarında derin bir sükût içerisinde yol ararken, kalbime şu mısralar dökülüvermişti.

Uyur ızdıraplarım gönlümde bir yar gibi
Ağlar, halime ağlar, düşüp eriyen karlar.
Kulaklarım gaibden bir davet duyar gibi
Sanırım uzaklardan beni bir çağıran var…

Çok geçmeden o davet beni çekti ve sükûtun heybetini mübârek yüzünde bulduğum bir Allah dostunun kıyısına vardım.

Onun dudaklarından yıllarca tek bir sohbet işitemedim. Hep derin denizler kadar heybetli bir sükût dinledim ondan. Sanki durgun ve derin bir ummanın kıyısına varmıştım. Derinliklerinde gönül ve hikmet incilerinin gülümsediği bir deniz bulmuştum. Hayatın hiçbir kasırgası, hadiselerin hiçbir fırtınası onu dalgalandıramıyordu. O denize imrendiğim an, gözlerim Necip Fazıl’ın şu mısralarına takılmıştı:

Gittim, gittim, denizin,
Sınır yerine vardım.
Halin bana da geçsin!
Diye ona yalvardım.

Bir çılgın vesvesede,
İçim didiklense de,
Olaydım o cüssede,
O’nun gibi susardım…

Gerçekten de öyle olmuştu. Sonsuza götüren bir denizin kıyısına varmıştım.

O zaman anladım ki, susmak bir cüsse işi. Derin denizlerin işi. Sığ suları en hafif rüzgârlar bile coşturabiliyor. Derin denizleri ise ancak derin sevdalar…

Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki susan her şey derin ve heybetli.

Faruk Gürbüz


0 yorum

Bir yanıt yazın

Avatar placeholder

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.